Azebler Namazgâhı

Rüzgâr, Çanakkale Boğazı’ndan usulca yükselirken, yüksekçe bir tepenin üzerinde bir sessizlik taşı gibi duran o namazgâh fark edilir.

Sadece taşlardan, mihraplardan, sütunçelerden ibaret değildir burası; her bir detay, vuslata susamış bir kalbin secde hâlidir. Bu sofaya adım attığınızda, toprağın üzerinde göğe açılan bir terasta değil, bir hakikat eşiğinde bulunduğunuzu hissedersiniz. Namazgâhın mihrap duvarı güneyde bembeyaz bir sadelikle yükselir. Bir kıble duvarı değil, bir yönlendirici, bir yönelme nişânesi gibidir. Etrafı çevreleyen alçak taş korkuluklar, sizi bu kutsal alanda hem içre kılar hem de dünyayla aranıza bir perde çeker. Ayaklarınız yerde, ruhunuz başka bir alemdedir artık. Kuzeyden girerken, gözünüz önce kapı üstündeki yazıya takılır: "Allah, bütün kapıları açandır." Bir an için duraklarsınız; içeri girmeden evvel, dışarıda ne varsa ardınızda bırakmanız gerektiğini fısıldar bu cümle. Ardından gelen dua ise yoldaş olur kalbinize: "Ey nice gizli lütufları olan Allah! Bizi korktuklarımızdan emin eyle." Bu, artık yalnızca somut bir çatı değildir. Bu giriş, bir geçittir: dıştan içe, maddeden manaya, zahirden bâtına bir yolculuğun ilk adımıdır. Adı, iç yüzeyde sessizce taşın üzerine işlenmiş, ama sanki kalbe kazınmıştır. Mihraba yöneldiğinizde, yüzeyine işlenmiş ters lâleler dikkatinizi çeker. Fâniliğin sembolüdür lâle; burada ters durur çünkü bu bir unutuş değil, bir hatırlayıştır. Üst kısmında rûmî motifler göğe uzanırken, mihrabın sağ ve solundaki pencerelerden deniz görünür: İlahî tecellînin ufkudur bu; Allah’ın azametini temaşa ettiren mavilik. Güneybatı köşesinde bir minber yükselir. Öylesine sade bir kemere sahip ki, sükûnetiyle konuşur. Fakat üst kısmı birden rikkatli bir sanatla göz alır. Küçücük kubbesinin kasnağında Kelime-i Tevhid yazılıdır; “Lâ ilâhe illallah…” — sanki bu yükseklikten sadece söz değil, tevhidin özü yankılanır. Onun tam karşısında ise başka bir kitâbe:

"Şüphesiz Allah’tan başka ilah yoktur. O, adâleti ayakta tutarak meleklerle ve ilim sahipleriyle şehâdet etti..." Âl-i İmrân’dan bu âyet, artık burada yalnızca yazı değil, bir hâl olmuştur. Her taş, her yazı, her çizgi: bir zikir, bir tespih, bir tevazu. Burada dolaşırken mekânın sizi gezdirmesine izin verirsiniz. Taşın dilini, yazının zikrini, boşluğun huşûsunu dinlersiniz. Ve anlarsınız ki bu namazgâh, yalnız bir ibadet mekânı değildir. Bu, kalbin secdeye hazırlanma avlusudur. Burası, sadece vücudun değil, ruhun da kıbleye yöneldiği bir eşiği temsil eder. Namaz kılmadan evvel, sanki namaza hazırlanır burada insan.Tıpkı bir şiirin vezninde yürür gibi, Tıpkı bir dervişin içe yolculuğundaki durak gibi.
İşte bu yüzden bu mekân, bir hâldir.
Ve her gelen, buradan biraz daha “tamamlanmış” çıkar.
Çünkü ilimle gelenin gönlüne aşk,
taşla gelenin gözlerine rahmet işlenir bu namazgâhta.